Sahra Wagenknecht Alman solunu böldü

Sahra Wagenknecht Alman solunu böldü

Apr 29, 2024

Çevirmenin notu: Ana akım basın son aylarda Almanya’da AfD’nin anketlerde yüksek puanlar elde etmesi nedeniyle alarm veriyor. Ve AfD’nin yükselişinin başat sebebi Sol Parti’ydi. Bu parti başlangıçta, SPD’nin Schröder döneminde Hartz yasalarıyla boşalttığı yere yerleşmeye çalışmıştı. Sol Parti başlangıçta Almanya’nın doğusunda güçlüydü ancak SPD ve özellikle Yeşiller’in “solcu” olarak nitelendirdiği gündemlere odaklanmaya başladığında doğudaki destekçilerini de kaybetti.

Sol Parti liderliğinin de tavizsiz barış politikasından uzaklaşması ve nihayet NATO’yu kabul edilebilir bulması, eyalet seçimlerinde siyaset sahnesinden silinmek oldu. Partide bu konuların altını çizen son önemli ses Sarah Wagenknecht’ti ve o da yeni bir partiyle AfD’ye alternatif oldu.


Sahra Wagenknecht Alman solunu böldü

Lauren Stokes

Dissent Magazine

Eski Die Linke’li siyasetçinin yeni partisi, Küresel Kuzey’de solun bazı kesimleri nezdinde kabul gören bir modeli —sağdan alınan çeşitli siyasi tutumlarla birleştirilmiş sol ekonomi— benimsiyor.

Ekim ayında Die Linke’den (Sol Parti) ayrılma kararını açıklamak üzere mikrofonu eline alan Alman milletvekili Sahra Wagenknecht, yeni bir parti kurma gerekliliğini şu şekilde ifade etti: “Köklü bir değişiklik olmadığı takdirde, on yıl içinde ülkemizi artık tanıyamayaz hale geleceğiz.” Yeni oluşumu olan Sahra Wagenknecht Akıl ve Adalet İttifakı, Almanya’nın varoluşsal krizine çözüm getirmeyi amaçlıyor.

Karizma siyasetini caydırmak amacıyla tasarlanmış bir seçim sisteminin bulunduğu bir ülkede, bir partiye kendi adını vermek tartışmalı bir adım. Wagenknecht’in “sol” etiketinden vazgeçme kararı da oldukça dikkat çekici. Wagenknecht, bu terimin artık sosyal eşitsizliği azaltma taahhüdünden ziyade zamirler ve ırkçılık gibi konularla ilişkilendirildiğini ve bu nedenle seçmenleri cezbetmek yerine yabancılaştırdığını iddia ediyor. Diğer dokuz Die Linke milletvekiliyle birlikte hareket eden Wagenknecht, eski partisinin artık parlamentoda eksiksiz bir grup olarak kabul edilmeyecek kadar küçülmesine neden oldu. Bu durum, yalnızca federal bütçeden yararlanma hakkını değil, aynı zamanda uzun konuşmalar yapma hakkını da kaybetmesine sebep oldu.

1989’dan beri Die Linke ve öncül partilerin bir üyesi olan Wagenknecht, şüphesiz ki partinin önde gelen siyasetçilerinden biriydi. Televizyon programlarına düzenli olarak katılan, çok satan bir yazar ve 650 binden fazla abonesi olan bilinçli bir sosyal medya kullanıcısı olan Wagenknecht, son yıllarda Alman solunun toplumsal cinsiyet, ırk, iklim ve daha pek çok konudaki klişeleşmiş fikirlerine karşı duruşuyla ün kazandı. Ana akım politikacılar tarafından terk edilen Alman işçi sınıfının savunucusu olduğu imajını çizdi. İlk kamuoyu yoklamaları, genel seçimlerde yüzde 20’ye kadar oy alabileceğini gösterdiği Sahra Wagenknecht İttifakı’nın, Küresel Kuzey’deki sol kesimler arasında kabul gören bir modeli —sağdan alınmış çeşitli siyasi tutumlarla birleştirilmiş sol ekonomi— benimsediğini ortaya koyuyor.

Wagenknecht’in siyasi yükselişi, Alman solunun Soğuk Savaş'ın sona ermesinden bu yana izlediği dolambaçlı yolun bir yansıması olarak görülüyor. On dokuz yaşında Doğu Almanya'da iktidardaki Sosyalist Birlik Partisi’ne katıldı. Ancak, bu devletin çöküşünden sonra Sosyalist Birlik Partisi, kendisini Demokratik Sosyalizm Partisi (PDS) olarak yeniden yapılandırdı. Wagenknecht, üniversite öğrencisiyken PDS’nin genel komitesine seçildi ve partinin Marksist-Leninist fraksiyonu olan Komünist Platform’a katıldı. Doğu’nun dağılmasıyla birlikte, beşerî bilimler öğretim üyelerinin tasfiye edildiği bir üniversite sisteminde komünist taahhütlerinin artık modası geçmiş olduğunu fark etti. Bunun üzerine, yeni hareket özgürlüğünü kullanarak Hollanda’daki Groningen Üniversitesi’ne kaydoldu ve burada Marx’ın Hegel yorumu üzerine bir yüksek lisans tezi yazdı.

Aynı zaman diliminde, eski ülkesi zorlu bir ekonomik dönüşümün içindeydi. Hıristiyan Demokrat Birlik’ten (CDU/CSU) Batı Almanyalı siyasetçiler, kapitalist himayenin hızlı bir birleşmeye “çiçek açan manzaralar” sunacağını vadetmişlerdi. Ancak Doğu Alman ekonomisini özelleştirmek için kurulan devlet kurumu, kendisini neredeyse imkânsız bir görevle karşı karşıya buldu. Birleşik Almanya, birçok komşusunun benzer yollara başvurduğu bir dönemde, 4 milyondan fazla kişiyi istihdam eden yaklaşık 8 bin işletmeyi özelleştirmek zorunda kaldı. Siyasetçiler, özelleştirmenin 600 milyar Alman markı kâr getireceğini tahmin etmiş olabilirler, ancak devlet, 250 milyar Alman markı borçlanırken 2,5 milyon işçiyi de işten çıkarmak zorunda kaldı.

Doğu’nun kapitalist ekonomiye bu denli gaddar bir şekilde katılması, Batı’ya çifte bir şok yaşattı. 1997’de, birleşik Almanya’da işsizlik oranı yüzde 11,7’ye ulaşmıştı; bu oran, eski Batı’da yüzde 9,9 iken, eski Doğu’da yüzde 19,2 olarak kaydedilmişti, böylece ülke genelinde eşitsiz bir dağılım gözlemleniyordu. Merkez sağ, Sosyalist Birlik Partisi’nin “kırmızı çoraplarının” siyasete geri dönmesine karşı kampanya yürütmesine rağmen, PDS, 1998’de neredeyse tamamı eski Doğu’dan olmak üzere ülke genelindeki oyların yüzde 5,1’ini kazandı. Merkez sol Sosyal Demokratlar (SPD), ülke genelindeki bu hayal kırıklığından faydalanarak seçimden galip çıktı.

Şansölye Gerhard Schröder, Tony Blair ile birlikte Avrupa’yı küreselleşmenin zorluklarına karşı “üçüncü yol” olarak adlandırılan bir yaklaşımı benimsemeye teşvik etti. Bu yaklaşım, vergileri düşürmek, şirketleri düzenlemelerden kurtarmak, girişimciliği teşvik etmek ve refahtan işe programları uygulamak gibi unsurları içeriyordu. Ancak SPD’nin neoliberal bir dönüşe yönelmesine rağmen, PDS, Doğu Alman diktatörlüğünün uzun gölgesi nedeniyle kendisini gerçek bir alternatif olarak sunmakta zorluk yaşadı.

PDS, 2001 yılında Berlin Duvarı’nda işlenen cinayetleri kınayan bir bildiri yayımlayarak bu mirasın etrafındaki en tartışmalı konulardan birini ele almaya çalıştı. Bildiride, “Hiçbir devlet, yurttaşlarını istemedikleri bir ortamda yaşamaya zorlayamaz. Her bireyin tek bir yaşamı vardır ve bu yaşamı nerede geçirmek istediğine kendi başına karar verebilmesi gerekir,” ifadeleri yer alıyordu. Wagenknecht, partinin yönetim kurulunda bu açıklamaya karşı çıkan tek üye olarak muhalefet etti ve bu durum onun çarpıcı bir lider olarak tanınmasına katkı sağladı. Ancak bu bildiri, PDS’nin kaderini değiştiremedi; bir sonraki yıl parlamentodaki varlığını sağlamlaştırmak için gereken yüzde 5 oy barajının altına düştü.

Kısa süre sonra Refah reformu geldi. Hartz IV planı, “Destek ve Talep” başlığı altında tanıtıldı ve sosyal yardım alanların düzenli olarak bir İş Merkezi danışmanı ile temas kurarak iş arayışlarını aktif bir şekilde sürdürmelerini gerektiriyordu. Bu danışmanlar, iş tekliflerini reddedenlere yardım kesme yetkisine sahipti. Yeni politika, SPD’nin birçok üyesi için temel değerlere ihanet olarak görüldü ve bazıları partiden ayrılarak PDS’nin artıklarıyla ittifak kurmayı tercih etti. Bu yeni birliktelik, 2005’te oyların yüzde 8,7’sini alarak resmi olarak yeni bir parti olarak birleşme kararı aldı. Die Linke, küresel mali krizin yarattığı hoşnutsuzluk dalgasından yararlanarak 2009’da, Wagenknecht’in liderliğinde parlamentoya giriş yaptığı yıl yüzde 11’in üzerinde bir oy oranına ulaştı. Die Linke, sonraki iki federal seçimde de yüzde 5 barajını rahatlıkla aştı, ancak eski Doğu’da eski Batı’dan daha popüler olmaya devam etti.

Wagenknecht, parlamentodaki görevinin yanı sıra ABD ve Almanya’daki hane halkı harcama alışkanlıkları üzerine bir tez yazarak iktisats doktorasını tamamladı. İlk çok satan kitabı olan Freiheit statt Kapitalismus (Kapitalizm Yerine Özgürlük, 2012) ile tanındı. Kitabında, Federal Cumhuriyet’in, devletin ekonomiye müdahale etme ve adil rekabeti sağlama amacıyla tekelleri ortadan kaldırma konusundaki isteğinin, ordo-liberalizmin orta çağ günlerinden bu yana kaybolma eğiliminde olduğunu savundu. Almanya’nın avro krizine verdiği tepkiyi eleştirerek, mali piyasaların esiri olan yeni bir oligarşik kapitalizmin, piyasa mekanizmasını bozduğunu ve bu durumun inovasyonun önüne geçtiğini, gelir eşitsizliğini artırdığını, güvencesiz istihdamı teşvik ettiğini ve orta sınıfın yok olmasına neden olduğunu öne sürdü.

Kapitalizm Yerine Özgürlük kitabının kahramanlarından biri, 1949’dan 1963’e kadar ekonomi bakanlığı yapmış olan Ludwig Erhard’tı. Wagenknecht, kitapta onun tekellere ve finans kurumlarına yönelik güçlü düzenlemelerine odaklanıyor, ancak Erhard’ın politikalarına dair anlatımı eksik kalıyor. Özellikle Erhard’ın göç politikalarını dışarıda bırakıyor. Örneğin, 1955 yılında Erhard’ın Şansölye Konrad Adenauer’i yurt dışında işçi çalıştırmanın Almanya’nın sıkışık işgücü piyasasına evli kadınların işgücüne katılmasını teşvik etmekten daha iyi bir çözüm olduğuna ikna ettiğini veya 1960’ların ortalarında genişleyen “misafir işçi” programına nezaret ettiğini dile getirmiyor.

Kendi kuşağındaki çoğu Alman siyasetçi gibi Wagenknecht’in de 2015 yazında Şansölye Angela Merkel’in Dublin Yönetmeliğini (sığınmacıların ulaştıkları ilk AB ülkesinde iltica başvurusunda bulunmalarını zorunlu kılan yönetmelik) askıya almasına kadar göç konusunda söyleyecek pek bir şeyi yoktu. Bunun ardından 1 milyondan fazla sığınmacı Almanya’ya geldi.

O günden bu yana, göç meselesi Alman siyasetinin önemli bir odak noktası haline geldi. Euroskeptik bir platform olarak ortaya çıkan sağcı Almanya için Alternatif (AfD), Merkel’in göç politikalarını sert bir şekilde eleştirdi ve bu eleştiriler seçimlerde yankı buldu. AfD’nin en dikkat çekici başarısı, Doğu Almanya'da, Die Linke’nin oylarının azalırken AfD’nin oy oranlarının artmasıyla ortaya çıktı.

Wagenknecht, Merkel’in göç politikalarını eleştiren ilk isimlerden biri oldu ve eski başbakanın sığınmacıları yerel düzeyde barındırma konusunda gerekli mali kaynakları sağlamadan kabul ettiğini savundu. Bu argüman, Wagenknecht’i Kovid-19 salgınına verdiği yanıtta olduğu gibi, kendi partisiyle giderek artan bir çatışma içine soktu; aşı olmamakla övündü ve aşı ve maske zorunluluklarına karşı muhalefet etti.

Wagenknecht ve Die Linke’nin diğer üyeleri arasındaki çatışmalar, 2021’de Die Selbstgerechten (Kibirli) adlı son kitabını yayımladığında tamamen açığa çıktı. Kitapta Wagenknecht, parti yönetimini, “toplumsal cinsiyete duyarlı bir dil ve pahalı organik ürünler” teşvik eden “akademik bir müşteri kitlesi” lehine işçi sınıfı seçmenlerini göz ardı etmekle suçluyor. Özellikle de manşetlere çıkan protestolarda kendilerini otoyollara ve pistlere atan iklim aktivistlerini (Klimakleber) oldukça itici buluyor. Ayrıca, “Fridays for Future” okul grevcilerinin medyadan haddinden fazla ilgi gördüğünü savunuyor. İklim aktivizmini küçümsemesi, onu, otobanda fosil yakıt kullanmanın Almanya’nın doğal bir hakkı olduğunu savunan aşırı sağ ile aynı düzleme getiriyor.

Die Selbstgerechten’in başka bir bölümünde Wagenknecht, işçi sınıfının göç konusundaki öfkesini anlamak için büyük çaba harcıyor. Seçmenlerin çoğunun, devletin tercih ettiği tabirle “göçmen kökenli” olduğu ve sosyal yardım alanların çoğunluğunu oluşturduğu zaman, bu yardımları artırmayı reddetmelerinin doğal olduğunu iddia ediyor. Çalışma reformlarının en eleştirilen yönlerinin göçe değil, eski Doğu Almanya’daki işsizliğe yanıt olarak sunulduğu gerçeğiyle yüzleşmiyor. Devlet, yerli doğumlulara ekonomik olarak acı çektirme konusunda son derece yetenekli.

Wagenknecht, 2009’da Alman Anayasasına eklenen ve devleti dengeleyici bütçe yapmaya zorlayan “siyah sıfır” maddesi gibi konulara harcadığı zamandan daha fazlasını, işçi sınıfının yaşadığı zorluklara odaklanarak geçiriyor; ancak bu sürede vegan beslenen üniversite mezunlarını suçlama eğiliminde. Devlet, 2020’deki Kovid-19 salgınına yanıt olarak bu maddeyi askıya almıştı, ancak daha sonra bu karar, yıkıcı bir etki doğuracak şekilde eski haline getirildi. Die Selbstgerechten, bu maddeden sadece bir sayfada bahsettiği için, daha uygun fiyatlı konutlar inşa etmenin, ülkedeki saatte 12 avro olan asgari ücreti yükseltmenin ve daha sağlam ve daha az cezalandırıcı bir refah devleti yaratmanın önündeki ana engeli arka planda bırakıyor.

Die Selbstgerechten, Merkel’in on altı yıllık iktidarının sona ermesiyle birlikte 2021 federal seçimlerine doğru yaklaşırken yayımlandı. Özellikle CDU/CSU ve SPD'nin yeni bir büyük koalisyona girmeyeceklerine dair taahhütlerinin ardından, siyasi geleceğin belirsiz olduğu bir dönemde ortaya çıktı. Bu, Merkel'in emekliye ayrılmasının ardından yapılan ilk seçimdi ve siyasi arenada radikal değişimlerin kapıda olduğu hissiyatı hakimdi.

Wagenknecht’in kamusal muhalefetinden sonra, Die Linke 2021’de yüzde 4,9 gibi düşük bir oy oranı elde etti ve sadece üç yerel seçim bölgesinde net bir zafer kazanarak parlamentoda temsilini sürdürdü. Sosyal Demokratlar ise yüzde 25,7 oy oranıyla en yüksek desteği alarak şansölyelik için mücadele edecekleri hakları kazandılar. Bu süreçte, Merkel’in ünlü “Merkel Elması” el hareketini sık sık taklit eden Olaf Scholz’u aday gösterdiler.

Scholz, Federal Cumhuriyet’in var olduğu ilk kırk küsur yıl boyunca stepnelik görevini üstlenen sermaye dostu bir parti olan “sarı” Hür Demokratlar ve 1980’lerde nükleer karşıtı ve barış aktivizmine odaklanan bir parti olarak seçim siyasetine giren ama o zamandan bu yana alanlarını genel bir merkez solculuğa doğru genişleten Yeşiller ile bir “trafik lambası koalisyonu” için müzakerelere başladı.

Trafik lambası koalisyonu, nefret edilen Hartz IV reformlarının yeniden düzenlenmesi de dahil olmak üzere cesur planlarla başladı. Koalisyon, sosyal yardım sisteminin adını “yurttaş parası” (Bürgergeld) olarak değiştirme kararı aldı. Bu adım, önceki adının işçi sınıfına karşı acımasız bir hakaret olarak algılanmasının önüne geçmeyi amaçlıyordu. Ayrıca, yardım tabanını yükseltme ve çalışma gerekliliklerini biraz yumuşatma yönünde bir teklifi kabul etti. Ancak, koalisyonun daha geniş planları, özellikle Rusya’nın Şubat 2022’de Ukrayna’yı işgal etmesiyle altüst oldu. Bu gelişme, Alman siyasetinde önceden var olan tüm gerilimleri daha da derinleştirdi.

Savaş, Wagenknecht’in solu daha da bölen bir dizi tutum almasına neden oldu. Wagenknecht, Almanya’nın Rusya’dan doğalgaz tedarikine devam etmesi gerektiğini ve Rusya’ya yönelik iktisadi yaptırımlara katılmanın “eşi benzeri görülmemiş bir ekonomik savaş” anlamına geleceğini savunuyor. Almanya’nın silah sevkiyatını durdurması ve Rusya ile müzakere etmesi gerektiğine, ayrıca NATO’nun sona erdirilmesi gerektiğine inanıyor. Buna ek olarak, Almanya’nın savaş bölgelerinden alacağı göçmen sayısına üst bir sınır getirmesi ve çatışmalar sona erdiğinde onları geri göndermeye hazır olması gerektiğini dile getiriyor. İşgalin birinci yıldönümünde Berlin’de düzenlenen olan bir “barış mitingi” ile Ukrayna’ya savaş uçağı tedarikinin Almanya’yı nükleer savaş riskine daha da yaklaştıracağını iddia ediyor.

Wagenknecht’in Rusya doğalgazı konusundaki görüşleri, Die Linke’nin iki üyesinin protesto amacıyla istifasına neden oldu. 2023 yazında, parti içinde bazı üyeler, Wagenknecht’i “Adını Söylemeye Değmeyen Kadın” olarak adlandırarak ona yönelik bir eleştiri getirdiler. Die Linke, 2024 Avrupa seçimleri için Carola Rackete’yi aday olarak belirlediğinde, oldukça keskin bir mesaj iletti; Rackete, en çok Akdeniz’de kurtarma gemileriyle göçmenleri boğulmaktan kurtarmaya çalışan Sea-Watch adlı bir STK ile yaptığı çalışmalarla tanınıyor.

Alman halkının yüzde 20’sinin partiye oy verebileceğini düşündüğünü gösteren bir dizi umut verici kamuoyu yoklamasının ardından, Wagenknecht sonunda geçen ekim ayında Die Linke ile ilişkisini sonlandırdığını duyurdu. Wagenknecht, kendi doğuştan gelen ordo-liberalizminin izinden giden, AfD’nin göç politikalarını (daha az) ve Rusya’dan doğalgazı ithalatını (daha fazla) beğenen ancak sık sık sokak şiddetine, gizlice beslenen neo-Nazizme ve Holokost inkarına karşı yumuşak bir tavır sergileyen bir partiye oy vermekten rahatsız olan seçmenleri çekebileceğine inanıyor. Ayrıca ekonomi politikasıyla da AfD’den seçmen kazanabileceğini düşünüyor. Her iki parti de refah şovenisti olsa da fonların nasıl toplanacağı konusunda farklı vizyonlara sahipler. Wagenknecht’in partisinin mali sekreteri Ralph Suikat, zenginlerden daha yüksek vergi alınmasını savunan bir girişimci olarak tanınırken AfD, miras vergisinin kaldırılmasını ve zenginlerden alınan vergilerin azaltılmasını talep ediyor. Wagenknecht, partisini seçim teorilerini test etmek için uygun bir zaman olarak gördü; takvimdeki önümüzdeki dört seçim, genellikle protesto oylarının kullanıldığı düşük katılımlı Avrupa Parlamentosu seçimini ve eski Doğu Almanya’daki üç eyalette yapılacak seçimleri içeriyor.

Wagenknecht, yeni partisini duyurduğunda, tekil cazibenin bir boyutu azalmıştı; geçen sonbaharda, her partiden politikacılar göç konusunda sert bir tavır sergileme yarışına girmişlerdi. Hür Demokrat Parti’nin genel başkan yardımcısı, kentlerde belirli mahallelerdeki yabancı sayısına kota getirme fikrini bile gündeme getirmişti.

Vatandaşlık yasası reformu, çifte vatandaşlık alabilme olanağını genişletmeyi hedefliyor. Ancak, bu önemli adımın önünde CDU/CSU’lu politikacıların İsrail'in var olma hakkına bağlılık şartını eklemesi nedeniyle bir engel var. Bu şart, birçok göçmene yardımcı olacak olan reformun ileri sürülmesini erteledi. Almanya’nın kendi verileri, antisemit saldırıların çoğunun göçmenlerden değil, aşırı sağcı kişilerden kaynaklandığını gösteriyor olsa da, politikacılar yasanın antisemitizme yanıt olduğunu iddia ediyor.

Şansölye Scholz, Der Spiegel'e verdiği demeçte, “Onları yeniden sınır dışı etmeliyiz, hem de etkileyici bir biçimde,” ifadesini kullandı. Bu hedefe ulaşmak için yeni bir yasa hazırladı ve Nijerya’ya yaptığı resmi ziyaret sırasında 10 binden fazla Nijeryalının sınır dışı edilmesi için bir anlaşma sağlamaya çalıştı. Ayrıca, üçüncü ülke işleme merkezleri fikrini yeniden gündeme getirdi.

Wagenknecht’in göç politikasını keskin bir şekilde eleştirmesi, onu benzersiz kılmıyor, ancak dikkat çekmek için farklı yollar bulmada zorlanmayacağını gösteriyor. Wagenknecht, sosyal harcamaları finanse etmek için milyonerlerden alınan vergiler de dahil olmak üzere trafik lambası koalisyonunun politikalarından farklı bir dizi ekonomik politikayı destekliyor. Onun popülerliği, mevcut duruma karşı gerçek ve haklı bir hoşnutsuzluğu yansıtıyor. Eski Batı Almanya, sosyolog Oliver Nachtwey’in ifadesiyle, sosyal hareketliliğin tersine döndüğü ve “aşağıya doğru tırmanan” bir toplum haline geldiği bir noktaya ulaştı. Devletin iklim politikası, maliyetleri üreticilerden ziyade tüketicilere yükleyen yaklaşımlara odaklandı. Ancak hiçbir parti, göç konusunda nasıl bir yol izleyeceğini bulamadı ve bu da tartışmayı çıkmaza soktu.

Avrupalı liberaller, insan hareketliliğine yaklaşımlarında çelişkili bir durumla karşı karşıya kalıyorlar. Bir yanda dünyanın en ölümcül sınırını koruyarak ülkeye girmeye çalışanları engellerken, diğer yanda insanları öldüren devletlerin benimsedikleri ilkeyi kınayabilirler mi? Wagenknecht, bu noktada tutarlı bir duruş sergileyen ender isimlerden biri olarak öne çıkıyor. Bir zamanlar Berlin Duvarı’ndaki vur-öldür emrini savunan Wagenknecht, Akdeniz'deki bırak-boğul gerçekliğiyle ilgili de aynı derecede rahat bir tavır sergiliyor.

Wagenknecht, Alman işçi sınıfını genellikle işçilerden ziyade yerli doğumlular olarak gördüğü için, Almanya’da yaşayan her dört kişiden birinin göçmen kökenli olduğu gerçeğiyle tam olarak yüzleşmiyor gibi görünüyor. Ancak eleştirileri kısmen Die Linke’nin göç konusunda dengesiz ve savunmacı bir tutum sergilemesinden kaynaklanıyor.

Hem şahsi çıkarlara hem de dayanışmaya dönük daha güçlü bir çağrı için hala yer var; göçmenler, sömürülmeleri herkesin ücretleri üzerinde aşağı yönlü baskı oluşturan işgücünün savunmasız kesimi.

Wagenknecht, yeni parti lansmanındaki basın toplantısında, yenilenen “yurttaş parası” refah programının geçim standardını hala düşük tuttuğunu ve bu programa başvuranların genellikle faturalarını ödemek için kayıt dışı çalıştıklarını vurguladı. Başka bir ifadeyle, Alman sosyal yardım sistemi, insanları aslında sosyal yardımın teşvik etmediği şeyleri yapmak zorunda bırakan, cezalandırıcı kurallar oluşturdu.

Benzer bir mantık, yalnızca “makul gerekçelerle —menşe ülkelerinden bireyselleştirilmiş zulüm— giden” insanları çekecek ve “saçma gerekçelerle —Alman refah devletine ve işgücü piyasasına erişme arzusu— gelen” olanları dışlayacak bir iltica sistemi tasarlama girişimlerinin altında yatıyor. Şu anda Scholz liderliğindeki koalisyon, sığınmacı başvurularının işlenmesine izin verecek bir yasa paketini geçirmeye çalışıyor. Ancak yasanın kabul edilmesi için yeterli desteği alabilmek adına, çalışma teşviki muhtemelen işverenlerin lehine olacak şekilde tasarlanacaktır. Örneğin, sığınmacıların ücretsiz çalışmasını zorunlu kılan veya sığınmacılara sadece belirli mağazalarda harcama yapma olanağı sağlayan banka kartlarıyla ödeme yapılmasını içerebilir.

Alman işçisine zarar verenler, sığınmacılar değil; belirsiz hukuki statülerini istismar ederek emeklerini piyasa değerinin altında elde eden devlet ve işverenlerdir. Göçmenleri günah keçisi ilan etme ve küçük düşürme çabaları, bu eğilimi daha da şiddetlendirmekten başka bir işe yaramayacaktır. Die Linke’den geriye kalanlar, göçü bir işçi sınıfı meselesi olarak konuşmanın etkili bir yolunu bulmalı; böylece kendilerini sürüden ayırarak ve belki de parlamentoya yeniden girmek için sahici bir şansa sahip olabilirler.

Sahra Wagenknecht İttifakı’nın bir sonraki seçimlerde oy pusulasında yer almasıyla, iktisadi milliyetçilik markasının bir seçim stratejisi olarak ne kadar etkili olduğunu görebileceğiz. Eğer öngörüler doğru çıkarsa ve partisi Doğu Almanya eyaletlerinden birinde koalisyona girecek kadar başarılı olursa, bu durumun bir hükümet programı olarak nasıl işlediğini görmek mümkün olacak.

Bu durumda başka bir soru da yanıt bulmuş olacağız: Almanya’daki sosyal adaletsizliği sona erdirme konusunda Wagenknecht’in gerçekten uygulanabilir bir planı var mı, yoksa sadece günah keçisi listesi oluşturma konusunda etkileyici bir yeteneğe mi sahip? Eğer Scholz, “görkemli bir şekilde sınır dışı etme” sözünü yerine getirirse, Wagenknecht’in göçmenleri ayrıldıklarında özleyip özlemediğini fark etmesi mümkün olabilir.

Enjoy this post?

Buy Emre Kose a çay

More from Emre Kose